Modernizm Nedir? Bir Genç Yetişkinin Duygusal Yolculuğu
Bir Günün Başlangıcı: Kayseri’nin Gözleri ve Kırık Düşler
Kayseri’nin soğuk sabahına uyanırken, pencerenin kenarındaki buğulu camdan dışarı bakıyorum. Şehir uyanmış ama hala rüya gibi, o eski taş binaların arasında kaybolmuş bir şekilde. Her şeyin sabahın sessizliğine gömüldüğü o anlarda, sadece içimdeki boşluk yankı yapıyor. Bu boşluk, benim için modernizmi anlamanın bir yolu gibi; hayal kırıklığı, bir kırık düşün peşinden koşmak gibi.
Günlüklerimle birlikte, hayatıma yeni bir sayfa açıyorum. Kendimi modernizmi anlamaya adıyorum. Ama ne kadar derine inebilirim ki? Modernizm… Bu, duvarlar arasında hapsolmuş bir genç yetişkinin hissettiği özgürlük ve aynı zamanda bir tür yalnızlık gibi. Kendini her zaman bir şeylere ait hissetmek, ama bazen tam da bir yere ait olmamak. Düşünüyorum: Modernizm nedir gerçekten?
Şehirde Yalnız Bir An: Eski Bir Kitapçıda Kayboluş
Bugün kendimi sokaklardan, insanlardan uzak tutmak istiyorum. Kayseri’nin köhne bir sokağında, eski kitapçıların olduğu bir caddeye sapıyorum. Burası, zamanın unutulmuş bir parçası gibi, her adımda farklı bir ses, bir çağrışım yapıyor. Raflarda yer alan kitapların sararmış sayfalarına dokunurken, içinde bir boşluk hissi başlıyor. Bir tür evrensel yalnızlık belki de. Belki de modernizm, geçmişle olan bu kopukluğu hissettiren bir duygudur.
Kitapçıda gezinirken eski bir dergi buluyorum. “Modernizm ve Sanat” başlıklı bir yazı, arka kapağında 1960’ların başına ait bir fotoğraf var. O eski günleri, oradaki derin düşünceleri, sanatçıların içsel dünyalarını, tüm bunları anlamaya çalışıyorum. Okudukça, tıpkı içimdeki boşluk gibi, bir şeyin kaybolmuş olduğunu hissediyorum. Eski zamanların o sessiz devrimleriyle bugünün bencil, yalnız ve değişken dünyası arasında bir köprü kuramıyorum.
Modernizm, sadece bir sanat hareketi değilmiş meğer. Bir dünya görüşüymüş. Hızla değişen bir dünyanın, insanın içindeki derin boşluğu kabul etmesiymiş. Hiçbir şeyin sabit olmadığı bir dünyada, modernizm insana ‘yeniden doğma’ şansı tanıyormuş gibi.
Bir Yıkılma ve Yeniden Doğma Anı
Saat akşam altıyı gösterdiğinde, Kayseri’nin ünlü Erciyes Dağı’nın tepesi, gün batımında mor ve kırmızı bir renk paletiyle sararmaya başlıyor. O an, her şeyin bir anda ne kadar geçici olduğunu hissediyorum. İşte bu, modernizmin özüdür, diye geçiriyorum içimden. Her şeyin hızla değişmesi, her şeyin bir gün yerle bir olması. Ama bu yıkılma, yeniden doğmanın kapısını aralıyor.
İçimi bir umut kaplıyor. Modernizm, tam olarak bu değil mi zaten? Her şeyin bir yıkılma süreciyle başladığını kabul etmek. Geçmişin yüklerinden kurtulmak, yenilikleri kucaklamak, her anı ve her düşünceyi bir anlamda yeniden yaratmak. Hiçbir şeyin kalıcı olmadığını anlamak ama buna rağmen devam etmek, büyümek. Hızla geçen zamanla birlikte eski düşünceleri geride bırakmak. Bu, bazen acı verici bir yol olsa da, insanı özgür kılabiliyor.
Ve Kayseri’nin sokaklarında kaybolan bir başka günün sonunda, modernizmi gerçekten anlamış hissediyorum.
Hayal kırıklığı ve umut arasında bir yolculuk…
Modernizmi İçimde Hissediyorum
İçimde biriken bu duygularla, artık modernizmi sadece kitaplardan değil, hayattan da öğreneceğimi fark ediyorum. Artık Kayseri’de bir sokakta kaybolmak, bana sadece eski zamanların yansıması gibi gelmiyor. Bunu bir gerileme değil, bir yolculuk olarak görüyorum. Modernizm, her şeye rağmen hayatın içindeki o kırılgan güzellikleri görmemi sağlıyor.
Ve belki de en önemli şey, modernizmle birlikte hep bir soru kalıyor: Yenilik ve değişimle barışarak, dünyaya nasıl yeniden bakabilirim? Bu soruya verdiğim cevap, artık her geçen gün bir parça daha netleşiyor. Hayatımda bir şeylerin kırılmasını kabullenmek, bir anlamda büyümek demek.